9 Kasım 2017 Perşembe

Bir Ân-ı Dâim: Endülüs


Yürüdü...
Yol-da olmanın gayretini ve yol-cu olmanın dikkatini kuşandı.
Arnavut kaldırımlı dar sokakların, 
beyaz badanalı, 
çiçek balkonlu evlerin arasından geçti. 

Yürüdü...Başını kaldırdı gökyüzüne; mavi göğe, bulut tarlalarına selam verdi, selamet diledi. 

Yürüdü... gün aydınlığında, gün batımında... 
Yasemin kokularını çekti içine, şükürle doldu yüreği. Bu şükrü koydu heybesine.


Yürüdü...bir nar ağacına göz kırparak, bir minarenin büyüsüne kapılarak.

Yürüdü...

Eski bir caminin cümle kapısından içeriye süzüldü. Avludaki turunç ağaçlarının gölgesinde soluklandı. Yerdeki çakıl taşlarında aradı yüzyıllar öncesinin ipek ruhunu, irfanını...
Toprağa dokundu. 
Geçmiş ve şimdiki zaman bir anda birleşti. 
Hakikatın sırrına erenlerin mekanında zamanın bir mahluk olduğunu hissetti. 
Geçmiş ve şimdinin nasıl bir ana sığdığına hayretle tanıklık etti. 
İçindeki ses "Rabbim hayretimi arttır","hayret makamında hakikat erlerinin yoldaşı kıl beni" diye duaya durdu. Bu duayı aldı, bir salavata sardı, koydu heybesine.  
Ayağa kalktı, iki turunç yaprağı kopardı ağaçtan, bir an-ı dâim'i turunç yapraklarına yerleştirdi, rikkat ve zarafetle.




Yürüdü...Ilık bir rüzgarın refakatinde ırmaklardan, köprülerden geçti. Mevsim güzdü ve bahardı. 

Bir keman sesi ile dinlendirdi ruhunu. Müziğin evrensel dili ile selamladı dünyayı. Ümit ışıdı içinde, bu ümidi koydu heybesine.


Yürüdü... Eski bir evin güzelliği ile büyülendi. Bir rüya avluya çıktı yolu. Serviler, rengarenk çiçekler, süs havuzu, beyaz güvercinler. Ruhuna sekîne doldu, bu sekîneyi koydu heybesine.





Ahşap merdivenleri çıkarken nakışları okşadı elleriyle. "Kim var imiş biz burada yoğ iken" dedi içindeki ses tam o sırada. Durdu, o "kim"i aradı.. Sustu, bir âhenge bıraktı kendini, seyir oldu.

Yürüdü... Aşina bir odaya düştü yolu. 
Ahşap eşyalar, kanaviçelerle bezeli bembeyaz örtüler... 
Sadeliğin muazzam ihtişamı...
ve bir pencere. 
Mavi göğü, yasemin kokusunu, tatlı esen rüzgarı, gecenin yıldızını, ayını çağıran.
Her şey tastamam...ne bir eksik, ne bir fazla.

Köşede bir masa. 
Sessizce oturdu.
Heybesine gitti eli, bir defter çıkardı. Sayfaları çevirdi; günler, aylar, yıllar birikmişti burada; hayaller, dualar, yorgunluklar, özenle saklanan yaralar... Tam bir ah çekeceği sırada "kemalde noksan imiş incinen incitenden" dedi içindeki ses... edep ve minnetle itaat etti sese. Kalemini çıkardı; şikayet etmeden, kırmadan, dökmeden,incitmeden ve incinmeden yaşamanın gayretini döktü kelimelere. Bu gayreti aldı, yüreğinde asılı duran ahı sarıp sarmaladı. 
"Kalp hüzünlenir, gözler yaşarır" elbet... Defteri açık bırakarak oturduğu yerden kalktı, yatağa uzandı ve gözlerini kapattı. 

Bir rüzgar doldu odaya, yasemin kokusunu getirdi...Ardından beyaz güvercinler geldiler ve doğruca deftere yöneldiler.
Sayfalardaki kelimeleri birer birer alıp göğe doğru sefer eylediler. Dünya gözüyle görülesi bir seyir doldurdu odayı... 
Tam bu sırada bir ezan sesi işitildi: Hayya ales-selâh!

Güvercinler uçtu. Kelimeler de onlarla birlikte süzüldü gökyüzüne... 
Şaşkınlık teslimiyete bıraktı yerini. 
Defter, yepyeni bir şimdiye aitti artık.
Bir imkanın muştusu arındırdı ruhunu: Hayya alel-felâh!
Varlık hakikate yürüdü, sırlar kalktı aradan...
Taşa dantel dantel oyulan bir nakış kaldı sadece,"La galibe illallah!"