8 Aralık 2013 Pazar

Renk Nasıl Olur da Kıyl ü Kâl'den Kurtulur?



“Renk nasıl olur da kıyl ü kâlden kurtulur?”

Bundan tam 12 sene önce bir deftere not etmişim bu sözü. Bu gün geldi, tuttu yakamdan ve sordu: “Öğrendin mi sırrı? Nasıl olur da renk kıyl ü kâlden kurtulur?”

Gözlerimi kaçırdım, sessizce başımı eğdim,  “arıyorum” diye cevap verdim.

Arıyorum,

Suyu hazırlarken,

tekneyi her açtığımda,

attığım her zeminde,

bir lalenin haresinde,

yaprağın her kıvrımında,

Renklerin suda raksedişinde,

teknenin bu raksa zemin veren vakarında,

Hocamın suya düşürdüğü her nakşın hayranlığında,

fırçanın, boyanın, suyun ve insanın “BİR’in” dengesinde BİRleştiği ânın heyecanında

arıyorum...

Yitiğim ne bilmeden,

konuşmayı unutup susmaya sığınarak,

görünmeden,

yaralarımı edeble sarmaya çalışarak,

dur-madan konuşanlara kulak tıkayarak,

"garip bir yolcu ol" düsturuna sarılarak...

29 Kasım 2013 Cuma

Biraz da Şiir

Bu şiiri Cahit Koytak yazmış. İyiki de yazmış, ne güzel de yazmış! 

MÜNZEVİNİN AYNALARI

Ya olmasaydın, Tanrım,
Ya olmasaydın!
İnsanların en hakiri olduğumu düşünüp de 
Ruhumu oruçlarla, erdemlerle
Kırbaçladığımda 
Bakışlarımdaki kibri aynada 
Yakaladığım zaman
Utançtan yüzümü avuçlarımla 
Kime kapardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
İnsanların en kibirlisi olduğumu düşünüp de
Onurları kırılmışların önünde
Yere kapandığımda
Varlığım bu küçümen tanrıların ayaklarıyla
Bir kenara itildiği zaman
Yakınmalarımı, sitemlerimi
Kime yapardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
Harami ininde mürüvvet,
Köle pazarında paye dağıtılırken
Bir kenarda kalmayı ma'rifet,
Ve unutulmayı ma'rifet bilerek
Beyliği sultanların katında
Aramaya çıkıp da sonra
Yarı yoldan dönmeyi başardığım zaman
Sürurumu kime gösterip, kime 
Kurum satardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
Sürurla dolup taştığım anlar
Dağları sır yüklü develer gibi,
Yerinden oynatabileceğimi,
Yürütebileceğimi
Düşünüp coştuğum ve naralarımla
Yalnızca fareleri ürkütüp,
Vaşakları, dağ keçilerini...
Sonunda uyuyan arslanı 
Uyandırdığım zaman
Hercai gönlümü can tasasıyla
Kimin yılkısına 
Katardım, Tanrım?

Ya olmasaydın, Tanrım,
Ya olmasaydın!
Yürüdüğüm yollar tükendiğinde 
Dostlar yabancıya,
Sıla gurbete benzediğinde...
Kırbamda su, heybemde azık
Ver türkülerimde...
Türkülerimde söz bittiğinde;

İnsanın kıt
Gecenin yıldızsız
İfritlerinse, daim peşimde
(Hem uyanıkken hem de düşümde)
Olduğu zaman,
Kimin kapısını omuzlayarak 
Hoyratça açar da, kimin
Aynalarını parçalayarak
Canımı içeri atardım, Tanrım
Sen olmasaydın?

Cahit Koytak


4 Ağustos 2013 Pazar

Okuma Notları-4


Ebru: Necmeddin Okyay

Hayata, sanata, insana dair muazzam bir bakış açısı.

"Bazıları sanatla zenaati birbirinden ayırır. Beyhude bir ayrım. Daha doğrusu sanatçının kendini ötekilerin üstünde tutmak için seçtiği ve gariptir destek bulduğu bir şey. Batıdan bize gelmiş. 

Bizde "dahi" yoktur. Herkes işini yapar. İşini yapmak ahlak gereğidir. 

Zenaat erbabının yaptığı bir sandalye, bir mezar taşı ile ressamın tablosu arasında ne fark var? Efendim ressam tablosuna kendini katıyormuş, yenilik yapıyormuş vesaire. Öteki de yapıyor. Sanatçının yüce, erişilmez bir mevkiye çıkarılması pagan döneminden kalmadır. İlla bir ayrım yapılması gerekiyorsa onu Cenab-ı Hak kitabında bildirmiş.Ulu olan ancak takva sahibi olandır. İster vezir ol, ister şair, isterse çömlekçi olsun. 

Dahilik abartıdır. Tevazu asıldır." 

Mustafa Kutlu - Hayat Güzeldir

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Sanat Bizim Neyimize?




Sanat, sadece madde üzerine verilen şekil midir? Sanat eseri somut olan, ortaya çıkan ve beğeniye sunulan mıdır, yoksa ruhumuzda saklı olan mıdır? Şaheser neye denir?

Sanatı icra etmek ne demek? Sanatın insanı dönüştürmesi ne demek? 

Sanatın fonksiyonu nedir? Geçmişi, içinde bulunduğumuz zamanı ve geleceği bize nasıl anlatır?

Bütün bu soruları cevaplamaya ihtiyacım var. Her şeyi yerli yerine koymaya ve bunu ciddi bir disiplin içinde yapmaya.

"Peki nasıl olacak? Akademi bir yol olabilir mi?" diye düşünüyorum.

Kapıları çalıyorum, kapıyı açmakla görevli olanlar –ki onlarda sanatla işdigal ediyor-senin burada ne işin var diye hayrete düşüyorlar. Sen ki bunca yıl iş hayatı içinde olmuşsun!

Onlardan daha fazla şaşkınım.

Küçücük bir odada, bir masanın etrafındayız ama arada aşılmaz mesafeler var.
Konuşuyoruz ama aslında konuşmuyoruz.

İş hayatında sanatla uğraşanları anlamayan hatta dudak büken insanlara alışığım oysa.

Madalyonun bu yüzünü ilk defa görüyorum.

Anlıyorum ki yürüyecek daha çok yol var.

Elime bir kitap alıyorum, bir kitaba sığınmak istiyorum.

Kitabın adı Sanat Bizim Neyimize? Evet tam da bunu merak ediyorum, sanat benim neyime?

Merakla okumaya başlıyorum.

Kitabın yazarı Ömer Lekesiz, Mustafa Kutlu ile yaptığı bir konuşmadan aşağıdaki cümleleri naklediyor.

“...kainattaki ahenge iştirak etmek isteyişimiz sanatsal yönelişimizin temelini oluşturur. O ahenk içinde yok olma arzumuzla, o ahengin içinde var olma niyetimiz bizi sanatla buluşturur.”

Ve devam ediyor “…sanatı genel manada kulun kendilik bilgisini Allah’a bildirmesi olarak tanımlamalıyız.”

...

Ellerinize sağlık Ömer Lekesiz, iyi ki yazıyorsunuz.


İstanbul, Temmuz 2013

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Yönetim Hikayesi - İnce Ayarlar II



Daha önceki yazımızda ( aşağıdaki link) İnce Ayarlar Şirketi'ni tanıtmış ve devamı geleceğini ifade etmiştik. 

Hikayenin devamı, müşteri yaklaşımını konu alıyor. 

II.

İnce Ayarlar’ı genel olarak tanıdıktan sonra biz asıl konumuz olan müşteri tarafına dönelim.

Hakkı teslim etmeli, İnce Ayarlar’ın organizasyonunda “müşteri” düşünülmüş ve onunla ilgilenecek bir bölüm bile oluşturulmuş. Hatta daha  ileri gidilmiş bu bölümün işi “müşterinin sorunlarına çözüm bulmak” olarak tarif edilmiş ve bütün şirkete duyurulmuş.

Bölüm amirleri işleri konusunda oldukça titizler. Problem çözme noktasındaki yaklaşımları, göz kamaştırıyor. Egzekütivler için hazırladıkları cillop raporlar da bunun bir göstergesi hani… Bu raporlar adeta dile geliyor ve hazırlatanın duygularına tercüman oluyor, ben varya ben… Ben… BEN… BENNN… Meydan er görsün!

Bu irfan ve iz’an sahibi idareciler “iç düzelmeden dış düzelmez” düşüncesindeler. Bu sebeple vakitlerinin büyük kısmını içeriyi düzeltmekle geçiyorlar. Şirkette yapılan her projede yer almak konusuna baş koymuş gece gündüz çalışıyorlar. Bazen, işlerin yoğun olduğu zamanlarda müşterilerden gelen şikayetleri hiç bakmadan arşivden silmek zorunda kalsalar bile fark gözetmeksizin bütün toplantılara iştirak ediyor, muhasebe fişlerinden veri tabanı yönetimine kadar her konuda görüş bildiriyorlar.

Uzmanlık ve iş bölümü bir şirkette ancak bu kadar yerleşebilir, bravo!

***
Gelelim Şakir Kübra cephesine…

Şirkette işler ilk yazıda belirtildiği üzere “tıkırında” giderken Şakir Bey’in odasına düşüyor yolumuz. Onu kurmayları ile keyifli bir sohbette bulmayı beklerken, tek başına, sıkıntılı bir vaziyette adımlarken görüyoruz. 

Belli ki bir konuya takılmış kafası. Sayın Kübra “her şeyi bilen adam” ne de olsa. Elbette ki yürürken beynin daha iyi çalıştığını da biliyor. 

İçinde küçük bir golf sahası da yer alan ve şanına yakışır büyüklükte bir alan kaplayan makam odasında ileri geri yürüyor ve bir taraftan da söyleniyor.

Anlıyoruz ki Şakir Bey "akşamdan kalma" yani akşamki aile yemeğinden!..

Meğer son günlerde sosyal medyada İnce Ayarlar ile ilgili müşteri şikayetleri yer almaya başlamış ve bu şikayetler kayınpederine kadar ulaşmış. Hata bulmak ve karşısındakinin yüzüne vurmak noktasında pek mahir olan kayınpeder fırsatı kaçırır mı hiç yapmış yapacağını. 
Zavallı Şakir Bey, aile efradı önünde rezil olduğuna mı yoksa bu şikayetlerden daha önce haberi olmadığına mı yansın!

Şirkete gelen şikayetler özel kalem 27. müdürünü aşıp kendisine ulaşamasa da tıvitır olsun, feysbuk olsun sosyal ortam bürokrasi dinlemiyor, böyle yemeğin ortasında kayınpeder diliyle ulaşıyor insana. 

Sekreterinden müşteri ile ilgili departmanın müdürünü bağlamasını istiyor. Bu adama iyice bir fırça çekip ferahlayacak...Ne yazık ki müdür, şirket dışında stok yönetimi konulu bir seminerde. 

Çekemediği fırça sıkıntısını bir kat daha artırıyor ve adımlarını hızlandırıyor.

“Acilen konu ile ilgilenecek birini bulmak gerekir” diye geçiriyor içinden. 
“1.Müdür nasıl olur? Ama o bu gibi işlerle uğraşamayacak kadar stratejik bir konumda. Evet, evet onu bu tür mevzularla uğraştırmamak gerek.”
“Peki ya 5. Müdür? Daha geçenlerde başını kaşıyacak vakti olmadığından bahsediyordu, yok o da olmaz”. 

İşin içinden çıkamıyor.

Bir kapuçino söylüyor. Koltuğunun içine gömülüp bir yudum içiyor ki dışarıdan Yetkin Az’ın sesini işitiyor. Yüzü ekşiyor… Yetkin Az kayınpederinin uzaktan bir akrabası. Bütün gün başı önünde saat tamiri ile uğraşan, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, sesi içine kaçmış bir adam... Allah biliyor ya hiç hazzetmiyor bu adamdan. Ah o kayınpeder varya kayınpeder, o olmasa bir gün tutmayacak şirkette. 

Telefon çalıyor, sekreter Yetkin Bey’in kendisi ile görüşmek istediğini söylüyor. “Meşgul olduğumu söyle” derken zihninde bir ışık parlıyor aniden, “hayır hayır içeri gönder” diyor. Yüzüne bir gülümseme yayılıyor ve “şikayetlerle uğraşacak kişi belli oldu işteee. İşe uygun adam, adama uygun iş. Kayınpedere Yetkin, Yetkin'e kayınpeder. İşte fırsat, al birini vur ötekine. Hay aklınla bin yaşa Şakir."

Devam edecek...





7 Mayıs 2013 Salı

Geleceğin Pazarlama İletişimi Üzerine Düşünceler*


Konu: Çinli ressamlar ve Anadolu ressamlarının hikâyesi.

Kaynak: Mesnevi / Mevlana Celaleddin Rumi.

"Çinliler kendilerine güvenerek Rumlar’a [Anadolu’lular] karşı övündüler:
-‘Resim sanatında dünyada bizden daha üstünü yoktur.’
Buna karşılık Rumlar da:
-‘Hayır, bu iddianız doğru değil. Biz daha mâhir kişileriz.’ dediler. Bu iddialar adil bir padişahın kulağına gitti. Padişah:
-‘Ben sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin söylediği doğru’ dedi. Çinliler de Rum diyarının ressamları da hazırlandılar.

Çinli ressamlar: 
-‘Bize bir oda verin, karşımızda bir oda da siz alın, her birimiz burada hünerlerimizi sergileyelim’ dediler. 

Kapıları karşı karşıya iki odadan birini Çinli ressamlara, diğerini Rum diyarının ressamlarına verdiler. Çinliler padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah renklerin hazine kapılarını onlara açtı. Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekte, onlar da bu boyalarla türlü türlü resimler, süsler yapmaktaydı. 

Rum ressamları ise:
-“Ne resim, ne de boya bizim işimize yarar. Bize pasları gidermekten başka bir şey gerekmez.” dediler. Kapıyı kapadılar, duvarı cilâlamaya başladılar. Odanın kapıya karşı olan duvarını gökyüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirdiler. Nihayet Çinli ressamlar da işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıklarından emindi ve yaptıkları işten dolayı çok sevinçliydiler. 

Padişaha haber verildi. Padişah önce Çinli ressamların resim yapıp süsledikleri odaya girdi, resimleri gördü, bütün yapılanlar fevkaladeydi. Sonra Rum ressamlarının bulundukları odaya girdi. Padişah gelince, Rumlar iki oda arasındaki perdeyi kaldırdılar. Karşıki odada Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilâlanmış duvarlarına yansıdı. O odada ne varsa burada da öyle daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başladı. 

Rum diyarının ressamlarının bulundukları oda, dille tarifi mümkün olmayan bir haldeydi ve bu haliyle Çinli ressamların odasından binlerce defa daha güzeldi…” 

Hikâyenin Seçilme Nedeni?
Hikâye,  bir padişahın sarayının duvarlarını en güzel nakışlarla süsleyecek ressamı bulmak için düzenlediği yarışmayı konu alıyor.
Önce bir ihtiyaç ve bunun talebe dönüşmesi var.
Sonra ressamlar, arz edenler, arz edenlerin pazarlama hünerleri. Strateji, donanım, rakipleri tanıma, talep edeni tanıma, pazarın analizi kısaca bütünüyle Pazarlama İletişimi.
Bunun sonucunda tercih edilme ya da edilmeme var, yani karar.  Doğru iletişim hangisi idi, neden doğruydu bunun tarifi var.
Bu hikâye bütün bu iletişimi tüm süreçleri ile gözler önüne seriyor ve gelecekteki pazarlama iletişimi için ciddi ipuçları veriyor.

Geleceğin Pazarlama İletişiminin Temelleri:
İyi gözlem.
Sağlam strateji.
Hayatla ilişkili olmak, hayattan kopuk olmamak.
Orjinalite.
Samimiyet.
İnsan’a dokunmak.
Yalın, şeffaf, sade, abartısız ancak gizemli bir iletişim dili. 
Gerçekten yola çıkarak hayalin kapısını aralamak ve müşterinin içerde dilediği yere yerleşmesini sağlamak.
Yaşayan, interaktif ve canlı pazarlama iletişimi mecraları.        

Geleceğin Pazarlama İletişimcisi Nasıl Olmalı?
Hikâyenin sahibinin dilinden tariflersek pergel gibi olmalı, yani  bir ayağı gerçekte sabittir, bir ayağı ise o gerçeği en iyi şekilde sunabilmek için alemi dolaşır.
Hayatın içinde, insanların içinde,  kendi fildişi kulesinde değil.
Sürekli gelişime ve öğrenmeye açık; ancak bilgi hamalı değil.  Bilgiyi kendine ait kılan,  bilgiyi süzüp içine alabilecek kapasitesi olan.  
Yenilikçi, teknolojiyi takip eden, yeni teknolojinin getirdiği fırsat ve tehditleri en iyi şekilde bilen ve  ihtiyaçlarına en uygun şekilde kullanan.
Toplumun dönüşümünü en iyi şekilde analiz edebilen.
İyi bir gözlemci, samimi, saygılı, dikte etmeyen.
Her türlü ön yargı ve bağnazlıktan uzak.
Reklamcılık  ve pazarlama konularının yanısıra sosyoloji ve psikoloji ile ilgilenen, ekonomi bilen, matematik ve istatistikle uğraşmayı seven.

Fırsatlar ve Tehditler ?
Bilgiye kolay ulaşma, diğer taraftan bunun getirdiği kirlilik.
Her türlü malzemenin gözler önüne serili olması ancak bunun oluşturduğu körlük.
Hayatın çok hızlı değişmesi, sürekli yenilik; ancak bunun getirdiği sanallık; bir şeylere yetişememe duygusu, eskimişlik ve tüketilmişlik hissi.
Çok sayıda insana en kısa zamanda ulaşabilme imkanı, bunun karşılığında insanlarla uzun süreli , derin ilişkiler kurmanın zorlaşması, kalıcı olamamak.
Veri toplama imkanlarının artması, buna paralel olarak gerçeğe ulaşmanın zorlaşması.
Strateji, araştırma, test, ölçme gibi bilimsel tekniklerin gelişmesi, buna karşılık işin zaman, operasyon ve parasal maliyetinin ciddi biçimde artması.

Bir Adım Ötesi?
Beni ve ben’den oluşan biz’i iyi anlamak.  Pazarlama iletişimini her ikisine de hitap edebilmek üzerine kurgulamak.
Bizin tek tip olmadığı, her küçük  biz grubundan onlarca farklı alt bizler ortaya çıktığını görmek.
Farklı seslerle bir bütün oluşturmak, bunu orkestra şefi gibi yönetebilmek, her sesi bütünün içinde duyurabilmek.
Dürüst, şeffaf ve güven içinde
Solmayan, tükenmeyen yeninin peşinde olmak.

Son Söz:
“Her gün yeniden doğarız, bizden kim usanası?”

* Bu yazı daha önce hazırladığım bir yüksek lisans ödevinden alınmıştır.  


29 Nisan 2013 Pazartesi

Konu Önemlidir!

Konu, önemlidir.

Her gün e-posta kutularımızdaki onlarca gereksiz e-postayı silmekle uğraşıyoruz. Alakalı ya da alakasız bir sürü şirket, kurum vb yerden gelen, yine alakalı ve alakasız resimler, sloganlar, metinler. Adeta beynimize hücum eden kelimeler, kelimeler, kelimeler...

Bu taarruza rağmen e-postaların çoğunda beni listenizden çıkarın seçeneğini işaretlemiyor, mesleki ilgi sebebiyle müsait vakitlerde içlerinden bir kaç tanesini seçerek incelemek istiyorum. Bunun için de, diğerlerini açmadan silme zahmetine katlanıyorum.

Açtıklarımda ise şuna bakıyorum. Bana ve benim gibi yüzbinlerce insana gönderilen bu metin ne söylemiş, nasıl söylemiş, kime söylemiş? Laf olsun posta dolsun kabilinden mi? " Ben var ya ben"  vakitlerinde kullanılacak havalı istatistiklerin içine sıkıştırmak için mi? Yoksa işini iyi bilen birinin emeğinin bir göstergesi mi?

Açılmadan silinecekler içinden sıyrılabilen o 1 ya da 2 e-posta, konu kısmı ile diğerlerinden ayrılıyor, "beni silme okunmaya değerim" diyor.
...
Evet
Konu önemlidir,
pazarlama içerikli bir e-postada hayati önem taşır.
Bu iş ile uğraşan herkesin ısrarla üzerinde durmasını gerektirir.

Peki, işi dijital pazarlama olmayan, kendi halinde bir çalışan için de durum aynı mıdır?

İşte, tam da burada çok daha stratejik bir noktaya oturur.

Bir kere mobbing kırıcıdır.

Sonra ince bir zekanın eseri olarak en ümitsiz anınızda bir zafer parıltısı verir gözlerinize.

Sizi çalışmak için motive eder.

İşlerinizi tam zamanında yapmanızı sağlar.

Ekip olma konusunda teşvik edicidir.

Nasıl mı?

Düşünün ki ciddi bir mobbinge maruz kalıyorsunuz. Mobbingci ablamız ya da abimiz size iş yaptırmamak için elinden ne geliyorsa ardına koymuyor. Görüşmek istiyorsunuz toplantıdayım dedirtiyor, cep telefonundan arıyorsunuz meşgule düşürüyor, son çare e-posta yazıyorsunuz, haftalarca bekliyorsunuz, cevap vermek neredee açmıyor bile... En kötüsü ona bir şekilde ulaşmak, bilgilendirmek ve onayını almak zorundasınız, aksi halde hiç bir aksiyon alamıyorsunuz.

İşte burada yeni nesil pazarlama stratejileri giriyor devreye. Bütün bunları e-postadaki bir konu satırında birleştiriyorsunuz.
  • Muhatabını tanı.
  • İlgi alanlarını belirle.
  • Buna göre konu başlığını belirle.
  • En uygun kelimeleri bul.
  • Kısa ve çarpıcı bir şekilde yaz.
Örnekler ve İç Sesler:


E-Posta I:

Kime (To): Seni gidi mobbingci seni
Konu (Subject): Genel Müdür'ün beklediği cevap hakkında!

-Okundu bilgisi geldi mi? 
-Geldi ya hemde ışık hızında. 
-Atan 1, karşılayan 0.
-Şimdi bir keyif kahvesi içilmez de ne yapılır?
--------------------------------------------------

E-Posta II:

Kime (To): Hey mobbingci, naber?
Konu (Subject): Üst yönetime gönderilecek bilgi, acil ve önemli!

-Ooooo, gönder butonuna basmamla okundu bilgisinin gelmesi bir oldu.
-Yoksa bunda da bir hinlik mi var? Adam bilgi işlemcileri ayarlayıp otomatik okundu gönderiyor olmasın?
-Yok canııım, benim müdürüm pek hassastır, iki eli kanda olsa açar.
-Bu günlerde havalar da pek güzel.
--------------------------------------------------

Evet evet, konu gerçekten önemlidir.

-Eeee açtırdın  açtırmasına da cevabını nasıl alacaksın?
-Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü!
-Hadi be sen de! Böyle şey olur mu canıııım, nerede yaşıyoruz?
-"Buzdan evimiz, tuzdan ekmeğimiz, şekerden aşkımız vardı, sonra ne oldu biliyor musun YAĞMUR YAĞDI."

15 Şubat 2013 Cuma

Okuma Notları-3


Kim İçin Sanat?

                                                         Battal Ebru M.Sadreddin Özçimi

"Sanata olan merakım dolayısiyle çok seneler muahezeler (eleştiriler) işittim... Sanata bağlılığım irsî olarak gelişmişti.  Sanat hevesim hekimlik tahsilim esnasında inkişaf etti. Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey’den resim dersi aldım. Hattat Mektebine Tıbbiye’de talebe iken girdim. Sanat benim ruhum üzerinde işlediğinden hekimliğimin insanlık tarafında da faydalı oldu ve mesleğim dışındaki meşgalem oldu. Yani insanlığa karşı şefkat ve bağlılık hislerim arttı. Sanat beni mütevazı, sessiz, mücadelesiz bambaşka bir adam yaptı. Yani ahlâkımı düzeltmekte âmil oldu. En büyük sanatkâr ahlâklı insandan olur. Bir sanat eseri ahlâk tezahürüdür. Sanat tarafım hekimliğimin yanında benim zevk ve his cephemdir. Beni dinlendiren ve ruhumu ilâ eden bu şubeyi bırakmama imkân yoktur. Velev ki dünyayı değiştireyim.”
Ord. Prof. A. Süheyl Ünver