19 Kasım 2018 Pazartesi

Toronto Günlüğü - 3


II. 
https://yaseminlik.blogspot.com/2018/08/toronto-gunlugu-2.html

III.

Şükür, içimde sevgili babacığımdan yadigâr bir “polyanna” var.

Ne zaman bir elbise giyse, kendi etrafında şöyle bir dönüp hayran hayran uçuşan eteğine bakan ve bu muhteşem dönüşün tesiri ile göğe doğru yükselen şirin mi şirin bir kız çocuğu.

Şirketin yetkilisi sabrım için tekrar tekrar teşekkür edip beni evime yerleştirirken de yanı başımda.

***
Nihayet bir evim, daha doğrusu bir odam var.

Çiçeklerin, ağaçların, kuş seslerinin içinde, olabildiğince sakin ve güzel.

Ev sahibem Lily, evin diğer tarafında eşi ve oğlu ile yaşıyor. İç kısımdan geçiş olsa da evin mimarisi mahremiyeti korumaya imkan veriyor. Ev, eski bir Yahudi evi imiş, bu sebeple böyle bir mimariye sahipmiş.  

Odam birinci katta, aynı koridora bakan 2 oda daha var. Her ikisinde de öğrenci var; birisi Türk, diğeri Hindistan kökenli bir Kanadalı.

Mutfağı üç kişi birlikte kullanacağız. İşte burası benim için kabullenmesi en zor olan kısım.

Bir tarafım yıllarca titiz bir annenin rahle-i tedrîsinden geçmenin tesiri ile suskun ve tedirgin. Diğer tarafım öğrenmeye ve denemeye açık, rahat. Öyleyse “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

Hayat insana, insanın kendisine rağmen, ne çok şey öğretiyor.

***
Odama yerleşiyorum.

Nihayet valizlerimi açabileceğim için mutluyum.

İçimde kuşlar uçuyor.

***
Çevreyi keşfetmek için dışarı çıkıyor, gün batımının eşliğinde uzun uzun yürüyorum.

Toronto’daki ilk dostum bulutlar. İyi ki böyle! 

Allah’ım ne güzel yaratmışsın!

Zarifoğlu’nun, “bulutlar açmadı mavi gök orda mı?” diye soran mısralarını hatırlıyorum. 

Mavi gök burada Zarifoğlu, yanı başımda, bir şölen havasında.

Çok şey söylüyor şüphesiz.

Duyabilecek miyim?

***
Biraz mutfak alışverişi. Sonra mutfak temizliği😊

Günlerden sonra kendi ellerimle yaptığım yemek; makarna, oracıkta icat ettiğim bir sos ve salata.

Aman da aman!

Fotoğrafını çekip bizimkilere gönderiyorum, öyle özel yani.

Yan komşuma (Chyris) bile ikram ediyorum. Büyük bir memnuniyetle kabul ediyor.

Şükür!

***
İstanbul’da aylarca ekmek ve hamur işi diyeti yaptıktan sonra sandviç, makarna ve bilumum hamur işlerinden oluşan bir beslenme düzeni.

“Bu ne yaman çelişki anne?”

Neyse ki, mutfakta elimdeki malzemelerle kafama göre bir şeyler yapma hevesim burada çok işe yarayacak gözüküyor.

“Sen istediğin kadar gül Anne, bak Allah dağına göre kar veriyor işte.”

***
Bazen kocaman mekanlara sığamazken insan, gelip küçücük bir odaya sığabildiğine şükrediyor. Ev, aslında sığınmak demekmiş, yaşadıklarım hal diliyle bunu söylüyor.

***
İlk iş olarak çalışma masasını pencerenin karşısına alıyorum.

Sonra odayı temizliyor, paklıyorum.

Tekrar tekrar yerleşiyorum, o çekmeceden öteki çekmeceye.

İnternetten öğrendiğim katlama tekniklerini deniyorum, işe yarıyor; her şey gayet nizami bir şekilde yerleşiyor.

Yanımda getirdiğim Türk kahvesinin paketini açıp güzel bir kahve içme zamanı artık.

*
Küçük ve temiz bir oda.

Bulutları ve ağaçları izleyebildiğim bir pencere.

Kuş sesleri.

İncecik porselen bir fincan, mis gibi kahve kokusu. 

***

Gece yağmur sesiyle uyanıyorum, dışarıya bakıyorum, göz gözü görmüyor.

Perdeleri sonuna kadar açıp yağmuru seyrediyorum.

Ne güzelsin Allah’ım!

Çıkıp ıslanmak var aslında… Ama henüz ilk gecem, biraz uslu durmak gerek.

Yûnus’un mısraları ışıyor sonra. 

Sen ne güzelsin Yûnus Emrem, ne güzelsin!

“Senün aşkın deniz ben bir balıcak
Balık sudan çıka hemen ölidür

Okuram şâhımı kendi dilümce
Şâhım eydür bana her dem geli dur

Seni sevenlerin ola mı aklı
Bir dem usluyısa her dem delidür”

30 Ağustos 2018 Perşembe

Toronto Günlüğü - 2


I. 

http://yaseminlik.blogspot.com/2018/05/toronto-gunlugu.html

II. 

Toronto’daki ilk günümün son saatleri.. Karanlıkta wi-fi rehberliği ile bulduğum evin zilini çalıyorum. Ev sahibem kapıyı açıyor. Kapı kilitli değil, şaşırıyorum. Burada insanlar evlerinin kapısını kilitlemeden yaşayabiliyorlar!

Nora benden pek hoşlanmadı gibi, oldukça mesafeli ve hatta bir parça kaba. Allah’tan eşi öyle değil. Hele bir de küçük kızı var ki… bu kadar mı sevimli olur bir çocuk! Maşallah!

Betty ile hemen arkadaş olduk, sohbete başladık.

Evlerinden, kendisinden ve ailesinden bahsediyor hiç durmadan. Büyük bir ciddiyetle neyi nerede bulabileceğimi anlatıyor. Belli ki benim gibi misafirlere alışık.

Bu bembeyaz, bahçeli, yüzme havuzlu ev, Betty’nin anlatımıyla daha bir güzel gözüküyor gözüme:

-“Aşağıdaki mutfakta, buzdolabında portakal suyu var. Portakal suyu benim favorimdir. Bu yüzden annem bana hep portakal suyu alır. Sen de ne zaman istersen benim portakal suyumdan içebilirsin Yazmin.”

Arada bir nefes alıp bana konuşma fırsatı verdiğinde kelimeleri söyleyiş biçimime takılıyor, kıkır kıkır gülüyor. “Yazmiiin tekrar söyle lütfeeen; bir daha, bir daha!”
Daha sonra da pişman oluyor yaptığına ve gönül almaya çalışıyor “üzülme, ben seninle hep konuşurum ve böylece kelimeleri doğru söylemeyi öğrenirsin.”

Öyle şirin ve doğal ki bu küçük kız, gözlerim yorgunluktan kapanıyor ama bir türlü gitsin istemiyorum.

Nihayet annesi, yarı zorla alıyor yanımdan. Kapıdan çıkarken dönüyor, koşarak gelip sarılıyor ve öperek iyi uykular diliyor. Nasıl mutlu oluyorum. Benim güzel Allah’ım, sen ne güzelsin! Bu çocuğun ortalığı aydınlatan ışığı için Sana ne kadar şükretsem az. Bu ne muhteşem bir “hoş geldin” böyle!

Betty’cik gittikten sonra perdeyi ve daha sonra pencereyi açıp dışarıyı seyrediyorum. Gökyüzünde harika bir ay var. Rüzgar ağaçların yapraklarını sallıyor yavaş yavaş.

Doğduğum ve büyüdüğüm yerlerden binlerce kilometre uzakta, hiç bilmediğim bir ülkede, hiç bilmediğim bir şehirde ve hiç mi hiç bilmediğim insanların evinde, gecenin bir yarısı oturmuş dışarıyı seyrediyorum.

Hakikaten söyledikleri gibi çılgınlık mı bu?

Nedir beni bu kadar uzağa atıveren?

“Bilemedim…”

A. yanımda olsaydı bu “bilemedim”e kahkahalarla gülerdi yine. Varsın gülsün… Ben de bilememeye devam edeyim, bilememeyi talim edeyim, kabul!

Bir de şu önemli soruyu ekleyeyim arkasına “acaba mıyım yoksa ben?”

“Bilemedim şimdi…”

***
Öyleyse mısralar konuşsun:

“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
...
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil…”

Vallahi de değil!

İyi de ne yapmalı şimdi? Bir türkü olsa şöyle…

“Allı turnam bizim ele varırsan, şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle”

Usulca kalkıyorum pencerenin önünden… Merak edenlerimin mesajlarına cevaplar yazıyorum; şeker, kaymak, bal!

Ah ki ah! “Ört ki ölem” demiş şair. 

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Belkıs'ın Etekleri, Hayırda Kalmak ve Meleklerin Şaşkınlığı

"Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.

Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın...

Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın." 

diyor Mustafa Kutlu Hüzün ve Tesadüf adlı kitabının bir yerinde. 
Derin derin düşündürüyor bu cümleler insanı. 
Kelimeler bir inci kolye misali, tek tek dizilmiş, her biri ayrı akış veriyor düşünceye...huzur, rikkat, yol, şevk, hakikat... 
Ne çok severim bu kelimeleri. 

***

Bir süredir düşünüyorum insan nasıl "hayırda kalır" diye. Sevdiklerime de bu dileği iletiyorum yazarken, konuşurken.

Geçen yıl bir yerde okuduğum Farsça şiir geliyor aklıma, mealen;
"Öyle bir geçmişiz ki varlık gülşeninden
İncinmemiş bir gülün rengi bile hazanımızdan" diyor şair. 

Bu mısralar, ilk okuduğumdan bu zamana her aklıma geldiğinde aynı görüntüyü canlandırıyor zihnimde... Belkıs'ın etekleri, billurdan köprü... 

Belkıs, 
Korkma
Sal eteklerini rüzgâra
Bil ki emniyettesin
Billurdan köprüler kurmuş Süleyman sana!
...
Yürü,
Yalın ayak
Kuşları ürkütmeden
...
Bu rüya senin
Bu hayret senin
Uçuşan etekler senin
Bu ipek ruh senin
Teslimiyet senin
Aşk senin
Hakikat senin!

***
Belkıs'ın yolu... billur köprünün ahengi... Bu estetik, bu akış...
İnsanın içi ışıyor.

***

Varlığımız da hep böyle ışısa keşke. 
Işık saçsak kendi yolumuza ve dahi içinde bulunduğumuz aleme.
Böylece göçüp gidiversek dünyadan.
İncitmeden...
Bir başkasını incitme ihtimali içimizi acıtsa. Yapıp ettiklerimize bu gözle bir defa daha baksak. Bu yakışmadı desek, zor da olsa dursak, bu ben değilim diyebilsek...
İncitme ihtimali alıkoysa bizi yanlıştan, rızaya çevirse rotayı.
Hakikate iletse. 
Hakikate aşkla bağlanmaya vesile olsa. 
Varlığın âhengine teslim eylese. 
İpek gibi yumuşacık olsa, merhametle kuşansa ruhumuz ve bu merhamet sağlam irademizin teminatı olsa.

İncinmesek...
Gözlerimiz hatalarını görse, kulaklarımız yanlışlarını duysa da etrafımızdakilerin Allah'a sığınıp hayırda kalmak için gayret edebilsek.
Bin bir sabırla dolsa içimiz.
Ara sıra tehnalara çekilip "güçlü ol ey kalbim güçlü ol/yapacak daha çok işimiz var" diyebilsek kendimize...
Bunu bize diyecek güzel insanlar biriktirebilsek...
Kötü niyeti, hileyi fark edebilecek kadar basiretli olsak ama bütün bunları iyiliğin gücü ile bertaraf edebilsek...

İyi olma yoluna baş koysak.
Karınca misali bu yolda olmanın anlamına varabilesek.
Çalışkanlığımızla en güzel cevabı verebilsek kötülüğe..

İçimiz nurlansa...
Yüzümüz nurlansa...
Özümüz nurlansa...
Sözümüz nurlansa...
Hayra talip olabilsek...
Hayrı niyaz edebilsek...
Hayırla işleyebilsek...
Hayırda kalabilsek...

ve vakit geldiğinde, "irciu" sırrı üflendiğinde ruhumuza, şifa veren bir bahar rüzgarı gibi geçiversek varlık gülşeninden!

Arkaya dönüp baktığımızda;
"Öyle bir geçmişiz ki varlık gülşeninden
İncinmemiş bir gülün rengi bile hazanımızdan" diyebilsek...

Melekler hayret etse, şaşkınlıkla bakakalsalar ve şöyle fısıldaşsalar arkamızdan:

"Bir taraftan can bağışlamak, diğer taraftan sanki hiç olmamış gibi varlık yükü bırakmamak!"







8 Temmuz 2018 Pazar

Ebrû Vakitleri


Renklerin içinde...
Eskilerden bir ebru yazısı.


Osmanlı medeniyeti ile ilgili konuşurken “derin ve vakur bir hüzün ve bize özgü bir sevinç” diyordu Sadettin Ökten Hoca bir sohbetinde.
Bu ifadenin ebrûda tecessüm ettiğini düşünüyorum. 

Bazen derin bir hüzün.
Bazen kıpır kıpır bir sevinç.
Benim için tam da böyle...

***

Yeni sezonu açtık.

Aylardır verdiğim ara, beni tekneye yabancılaştırmış adeta. Boyalar direniyor, yapraklar direniyor, dallar direniyor.
Sabaha kadar uğraşsam netice vermeyecek. 
Küsüz anlaşılan…

Sayısız lale temrini yapsam elim kavrar mı “biz”i maharetle? Renkler bana getirir mi uçsuz bucaksız âhengin enginliğini?  O âhenkle BİRlenmem için bana yol gösterirler mi lûtfedip?

Bir ileri, iki geri.

Annemin ebru mekanımı kilere çevirme konusundaki azmi ve benim vakitle ilgili imtihanım, yorgunluğum ve ve ve...

Bir yanım kızıyor, dertleniyor için için… Diğer yanım “şikayetlenme! Görünene mi talipsin yoksa dönüşene mi?” diye soruyor bir derviş edasıyla. Zayıf tarafımdan yakalıyor beni. “Elbet dönüşene talibim” diyorum, “sanki bilmiyorsun!”  Nihayet mutabakata varıyoruz, bir müddet kanaate tutunup devam ediyoruz hep birlikte.

Heyhat bu birlik ve dirlik uzun sürmüyor ve düzen bozuluyor yeniden…

Bir küs, birden az barışık.

Karışık ki ne karışık!

30 Mayıs 2018 Çarşamba

Toronto Günlüğü - 1


Kurulu düzenimden ayrılarak, alışılmış hayatımın konforunu 168 gün için terk ederek çıktığım yolculuğun ilk günü…

“Düzen”in benim için önemini daha bir anladım bu vesileyle. Niye şimdiye kadar böyle bir yolculuğa çıkamadığımı da! Bazen kendi düğümlerimizi öyle sıkı bağlıyoruz ki açmak mümkün olmuyor malesef.

Hz. Mevlana’nın feryadıyla sesleniyorum kendime; “ne vakte kadar ney gibi düğümlü kalacaksın?”

***
Uçaktayım.

Toronto’ya doğru!

Allah’ın geniş arzında yeni keşiflere doğru bir yolculuk bu…Yeni bir ülke, yeni bir şehir, caddeler,  insanlar, yeni bir yaşam düzeni, yeni bir kültür.

Rabbimin bana vereceği her birim hayra öylesine aç ve muhtacım ki!

Dünyayı ve kendimi keşfetmek, dilde derinlik kazanmak, dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde eğitim almak, tezim için okumalar yapmak…. Bütün bunları bir huzur ve dinginlik içinde ve kendimle beraber yapmak!

Aramak, bulmaya doğru ümitle adım atmak...

Binlerce kilometre uzağa giderken, aslında yanı başımdaki kendime yolculuk edebilmek! Nedensiz ve baskıcı koşuşturmacaların tasallutundan kurtulmak, başka bir coğrafyada Tanrı’nın sesini aracısız duyabilmek.


Bu kararı alabilmek, bunun niyesini yakınlarıma ve yakın bildiklerime anlatabilmek -ya da anlatmaya çalışmak- onlarla birlikte bu fikre alışmak ve bunun için yapılması gerekenleri toparlayabilmek…Zor iş! Annem, işim, akrabalar, dostlarım ve abim…  Benim baba yâdigârı abim! O’nun  desteği ile aldığım anne rızası.

***
Kendi düzeni ile genel olarak barışık olan benim için evimden, yaşadığım çevreden, İstanbul’dan ve bunların içine aldığı her şeyden vazgeçmek hiç kolay değil şüphesiz. Bu sebeple etrafımdaki bazı insanlara bir parça çılgınlık gibi gözüküyor bu yolculuk.


Olsun… Ne diyordu şarkı “a little rain never hurts no one!”

***
Yolculuk öncesi biraz hazırlık yapmak istiyordum aslında. Fakat yapılması gereken işler, 28 Haziran’daki yeterlilik sınavı ve son bir ayın ramazana denk gelmesi... Yeterince zihni ve hatta fiziki hazırlık yapamadım Toronto için.

Rutin işlerin yanında "ben yokken" zamanı için mesai sonrasında hazırlanan raporlar, çıkarılan listeler...

Akraba ve dost buluşmaları...

Güzel insanlar...

K. ile birlikte İsmail Kara Hoca’ya gidişimiz, Hoca’nın haliyle ve sohbetiyle vaktin “vakit” olması... Her bir kelimenin bir inci gibi ışıldaması. 

Hocanın sözlerini ihtimamla sarıp yüreğime koysam ve Toronto vakitlerinde tekrar tekrar hatırlasam diye düşündüm onu dinlerken...  

A ile Süleymaniye’de iftar, ardından teravih ve birlikte yaptığımız sahur. 
İki “kadim dost”, sevgili Süleymaniye ve sevgili A.

C’ın beni uğurlamak için kalkıp taa B. dan gelmesi.

Ü.’de yaptığımız iftar… 
hepsini güzel anılar olarak aldım yanıma.

Ofis işleri, ziyaretler, Ramazanın hiç değilse birkaç gününü güzel yaşayabilme gayreti yolculuk hazırlıklarımı son güne bıraktı.

***
Pazar günü C’ı uğurladım, eksik kalan birkaç parça eşya için alışveriş yaptım ve gece hiç uyumadan valiz hazırladım. 3 mevsimin gereğini 2 valize sığdırabilmek; bunu bel problemimi, en “rasyonel” giysi seçeneğini ve Toronto’nun çetin kış şartlarını dikkate alarak yapmaya çalışmak oldukça yoğun ve stresli bir iş oldu. Öyle bir tempo idi ki telefonuma gelen mesajlara bile bakamadım… Bu samimi ve güzel mesajlar için çok duygulandım sonrasında, şimdi düşünüyorum da şükredecek ne çok şey var hayatımda.

Hamd olsun…

Yapılacak işleri bitirip evden çıktığımda sabah saat 06.15 idi. Gece sabah ile kavuşmuştu, ben de namaz ile katıldım bu buluşmaya.

Evet, gitme vakti gelip çatmıştı, yüreğimde bir çocuk neşesiyle karışık bir hüzün… Gülerken ağlayan, ağlarken gülen… Gerçi benim ortalama halim de bu ama bu sefer her iki duygu da çok daha barizdi sanırım.

Veda zamanı.

“Hoşça kal evim, yuvam, şehrim, İstanbul’um.

Sabahın bütün güzelliği, dol içime, yıka beni, tertemiz kıl!”
***
Evden bir başıma çıktım.
“Ahh bu benim çok kıymetli yalnızlığım!”

Bayram öncesi İstanbul’un boşalan caddelerinde, bir su gibi akan trafiğinde ilerlerken şehrin bu suhuletli haline hayran kaldım, onu bakışlarımla kucakladım adeta. Arabadan inip Boğazı uzun uzun seyretmek geçti içimden…

Evimin anahtarlarını ve küçük birkaç parça eşyayı ablama bıraktım, ayak üstü bir 10-15 dakika sohbet ettik. Ve ağır yükümü sırtlayarak (iki valiz, el bagajı, bilgisayar, kitap gibi birkaç parça eşyanın olduğu bir sırt çantası, el çantam ve dahi kilolarla ölçülemeyecek manevi yüklerim) bir taksiye bindim ve havaalanına geldim.

Kısa süre önceki bombalı saldırı geldi aklıma, yüreğim daraldı.

“Ey esirgeyen ve bağışlayan Rabbim, güzel vatanımı bütün belalardan koru ve kötü insanlara fırsat verme!”

***
Air Canada ile gerçekleşecek yolculuk için biraz tedirgindim aslında. Ancak uçak tam vaktinde kalktı. Uzun süren uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle de biner binmez kendimi uykunun huzuruna teslim ettim.

Uçuş 10 saat civarında sürecek sanırım. Uçak 11.15’te kalktı, şu an Türkiye saatiyle 14.15. Üç saattir yoldayım demek ki… İstanbul ile Toronto arasında 7 saatlik bir zaman farkı var.

Yolculuk için yanımda birden fazla kitap var. Sanki hepsini okuyacağım.

Kitaplardan birini açıyor ve okumaya başlıyorum. Kitabı okumuyorum, yazarın sesini duyuyor, samimi ve mütebessim çehresini izliyorum.

Kitap şehirler üzerinden bir medeniyet okuması. Yazar, dünyanın farklı ülkelerindeki şehirlere yaptığı seyahatlerdeki deneyimlerini entelektüel birikimi ile harmanlıyor ve muhteşem ufuklar açıyor. Ben de böylesi bir yolculuğun içindeyim şu an. 

Gökyüzünde bulut tarlalarını ve değişen ışık oyunlarını seyrederek ilerliyorum bilmediğim bir dünyaya doğru...
Hayır murad ediyorum. Hikmetle bakabilmeyi diliyorum içime ve dünyaya.

***
Uyku, uyanıklık, düşünce, seyir…
“Nagehân ol şâra vardım
Ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş ü toprak aresinde” diyen Hacı Bayram Velî geliyor gönlüme, mısralarıyla umut serpiyor...

Rahat bir yolculuk yapıyorum şükür ki. Uçak Pearson Havaalanına iniş yapıyor. Valizlerimi almam da taşımam da rahat çok şükür. Hemen çıkış kapısında beni bekleyen görevliyi buluyorum.
Karim, Uganda kökenli bir Müslüman. Sohbet ederek şehre doğru ilerliyoruz. Bahçeli, tertemiz, güzelim evler, sakin ve huzurlu sokaklar… İçim ısınıyor kente…Ve eve ulaşıyoruz, 11 Sunny…..

Karim evin kapısını çalıyor ve biraz sonra kapıya çıkan ev sahibi benim geleceğimden haberi olmadığını söylüyor.

Birkaç telefon görüşmesi yapıyorlar, hayal kırıklığı içerisinde arabadan olan biteni izliyorum.
Neticede mutabakata varıyorlar, Karim bu gece için burada kalabileceğimi ifade ediyor. Konuyu tam anlayabilmiş değilim. İstanbul’daki şirketin görevlisini arayarak durumu bildiriyorum, saat farkından dolayı da uykudan uyandırıyorum galiba.

Öfkeli değilim, yoğun bir endişe de yok üzerimde, fakat insanlar daha dikkatli olmalılardı diye düşünüyor ve ev sahibine daha önce niye yazmadım ki diye hayıflanıyorum.

***
Şaşkınım…
Derin bir nefes alıyor ve bir “lâ havle” çekiyorum.

***
Birkaç saat içinde şirketin Toronto'daki direktörü arıyor ve üzgün bir ifade ile özür diliyor. Kısa süre içinde problemi gidereceklerini ifade ediyor ve beni akşam yemeğine davet ediyor. Daveti kabul ediyorum.

Allison kibar ve hoş bir hanım.

Güzel ve sıcak bir yemek sonrasında taksi ile kaldığım eve dönüyorum. Taksi beklerken Kanada’nın ev sahipleri rakunlarla tanışıyorum.

Taksi şoförü Irak asıllı. Türkiye’de de birkaç sene kalmış. Bir parça Türkçe biliyor.

Navigasyonun gösterdiği lokasyona geldiğimizde karanlık dolayısıyla evi bulmakta zorlanıyorum. Bu olabilir galiba diye düşündüğüm sırada  telefondaki wi-fi çalışmaya başlıyor ve böylece doğru eve geldiğimizi anlayarak seviniyorum. Yaşasın teknoloji😊

Kocaman bir gün böyle bitiyor. Hayatımın en uzun günü nihayete eriyor. 

Sabah 11:15'te İstanbul'dan yola çıkmış ve 10 saat yolculuk yapmıştım. Toronto'ya indiğimde ise saat 15’i gösteriyordu. Böylece sabah namazını İstanbul’da öğle namazını binlerce kilometre ötede Toronto’da eda etmiştim. 

Bu uzun günün sonunda başımı yastığa koyup gözlerimi kapadığımda zaman üzerine düşünürken buluyorum kendimi. Zaman da benim gibi bir mahluk işte... Onun da bir sahibi var. 

Ey zamanın sahibi… Mekanın sahibi…Hayatın sahibi… “Bana eşyanın hakikatini göster!”