24 Kasım 2020 Salı

Solo Cansado

I.

"İnsan kendi sesini duyabilir mi?" 
diye soruyor bay yazar...

*

Bu soruya cevap vermek için
şöyle bir durmalı, soluklanmalı,
içine bakmalı,
sonra küçük küçük kelimelerle başlamalı...

Başlamalı başlamasına da,
Her işin bir yolu-yordamı varmış
önce "büyük"lere danışmak şartmış.
Çok değerli büyüklerimiz,
Sayın saygıdeğer dış sesler,
kendilerinden icazet almadan,
konuşmaya niyetlenmiş olmak sebebiyle
bizi hoş görür,
özrümüzü kabul eder,
ve söylemek-liğimize 
müsaade buyurursa eğer...

*

Dolaşan dillerimize,
ve derin yorgunluğumuza rağmen.
Onca yılın yüzü suyu hürmetine,
sakince,
küçük küçük kelimelerle,
ne bir eksik, ne bir fazla.

*
yıllarımız,
ve daima yollarımız,
yürümelerimiz, koşmalarımız,
yara bere içinde kalıp
soluklanmalarımız...

"Ol"mak çabalarımız,
yazdıklarımız,
okuduklarımız,
bazen bir roman, bazen hikâye,
en çok da mısra,
şimdilerde çiçek...

Bilmeyi aradıklarımız
bilemediklerimiz,
ola-bilemediklerimiz,
ve kabullenişlerimiz...
Yine de arı-duru niyetlerimiz
ve nihayet haddimiz!


II.

Hem kendi sesini niye duymak ister ki insan?
Bunca cafcaflı sesler varken dünyada.

Sonra bütün bu insanlar 
kendi seslerini duymuşlar mı bakalım? 
Yazarlar, çizerler, koca akademisyenler,
Politikacılar, top managerlar, pazarlamacılar, reklamcılar...
Kocaman sözlerin, afili nutukların insanları,
Sayın saygı değer dış sesler...

III.

Hadi deneyelim desek, bir kolayından başlasak,
Her zaman derim ya, üzerine koya koya...
Eylesek,
Eylemek-liğimizi kurtuluşumuz bellesek,
Bunca gürültünün, malumâtın arasında!
susmalara sığınsak?

*

Demem o ki 
Sayın saygı değer dış sesleri,
Eylemeden belleyenleri,
Gürültüden beslenenleri
kim tutacak bay yazar?

IV.

Onlar...
yani gürültüden yorulanlar,
eylemelerini yıllarına ekleyip 
kurtuluş belleyenler
şimdi neredeler?
nereye sığındılar?
ne ile avundular?



















30 Mayıs 2020 Cumartesi

Çün Varlık Sefer Kıldı


Hz. Mevlâna'nın Mesnevî'sinde bir hikaye var, Aslan Döğmesi. Kazvinli'nin (İran'da bir şehir) birisi döğme yaptırmaya gidiyor, aslan burcundan olan bu yiğit şöyle kocaman, gösterişli bir aslan döğmesi istiyor. Böylelikle ne kadar cesur, güçlü ve kuvvetli olduğunu âleme ilan edecek belki de... 

Döğmeci işe başlıyor. 
Yiğitcik teninin acısıyla soruyor "hangi uzvundan başladın? 
Usta cevap veriyor "kuyruğundan". 
Acıya dayanamıyor Kazvinli, yapma diyor, "varsın aslan kuyruksuz olsun."
Sıra kulağa geliyor, aman usta etme, eyleme, bir kulak için bunca acı verme.
Usta ne yapsın, çaresiz karnına başlıyor aslanın. Bizim yiğit feryadı basıyor yine.
Döğmeci ne yapacağını bilemez bir halde "dünyada kimsenin başına böyle bir iş gelmemiştir. Kuyruksuz, başsız ve karınsız aslan kim gördü?" diyerek elindeki iğneyi yere fırlatıyor. 

***

Hayat ta bu hikayeden farklı değil. Gündelik telaşların peşinde savrulurken birden gerçekle yüzleşiyor ve acıyla feryat ediyoruz "yapma, bırak kuyruksuz olsun." 
Sonra, ortada ne aslan, ne döğme ne de döğmeci kalıyor. 
Yalnız iğnenin acısı...
Bitimsiz ve soğuk bir acı.

Adı ne bu acının?
Alzheimer, bazen.

Teşhisin konulduğu ve belki de hayatta en çok üşüdüğünüzü hissettiğiniz o anlardan birinde...

Hayal ile gerçek birbirine karıştığında, 
"söz" söylemediğinde, 
"el" tutmadığında...

can havliyle insanlara, kitaplara koşup şifa damıtmaya çalıştığınız her durakta, 
içinizde çırpınan şifacı yorgun düştüğünde, yetemediğinde,  
"çare" çaresiz kaldığında.

Bütün o korunaksızlıkta, 
masumiyetin en saf haline temas ettiğinizi fark ettiğinizde...

Her şeyin sarpa sardığı, işin içinden çıkamadığınız ve sonra kahkahalarla gülmeye başladığınız zamanlarda.

Geçmiş ve gelecekten kopup ana yaslandığınız ve hayatın bin bir rengi ile akmayı dilediğiniz vakitlerde.

Nihayet "kontrol" perdelerini yırtıp teslimiyete sığınmaktan başka yol bulamadığınız "hürriyet" zamanlarında.

Hep o ince sızı...
"Döğme" vakti geçti diyor. 
Artık sefer vakti. 

Tohumlar filizlensin, ağaçlar yeşersin,
çiçek kokuları güne, geceye müjdeler söylesin. 

Bir tanbur sesi gelsin uzaklardan,
bütün renkler, kokular, nağmeler el ele tutuşup ruha tılsımlı sözler fısıldasın,
Ruh, bu sözlerle çiçeğe dursun, şifa kesilsin.

Yeryüzü, bütün renklerini kuşansın,
"Âyet" olsun. 
Ne yol ne de yolcu kalsın sonunda
mecz olsun. 

***

"Varlık çün sefer kıldı
Andan dost bize geldi."
Yûnus


13 Nisan 2020 Pazartesi

Toronto Günlüğü - 4

I.
https://yaseminlik.blogspot.com/2018/11/toronto-gunlugu-3.html

II.
https://yaseminlik.blogspot.com/2018/08/toronto-gunlugu-2.html

III.
https://yaseminlik.blogspot.com/2018/11/

"Zaman ne de çabuk geçiyor Mona!"

İki haftadır Toronto'dayım. 

Farklı farklı insanların, caddelerin, sokakların arasından geçerek, olabilecek en ilginç "hoş geldin"lerden birini kabul edip "hoş bulma"ya gayret ediyorum. 


Bunu yaparken İ. Özel'in mısralarından ilhamla kendi kendime soruyorum: 


"İnsan, içindeki yolcuyla nasıl tanışır? 


***


Uzak nedir?


Yolculuk her zaman gitmek midir?


En çok giden mi kalır ya da kalan mı gider?


***


Menzil neresidir?


Yol insanı neden çağırır?


Niye uzun yola çıkar insan?


İçimden bir ses cevap veriyor: 


"Kendi içindeki beni 'hoş bulmak' için."


Sonra devam ediyor: 


"Hoş bulmak için ayağa kalkmak ve yürümek gerekir.  


Yürümenin de bir edebi var. 


Önce niyet gerek. Düğümlerinden kurtulmaya ve kalbini açmaya niyet etmeli insan. Bunu yaparken eşyanın hakikatini öğrenmeyi dileyen Peygamber'i hatırlamalı, O'na bir selam göndermeli ve "yol"ahdini yenilemeli. 


Sonra bir sukûnet ve emniyet haline bürünmeli ki "hoşça" bakabilsin âleme. 


Dahası, bitmek bilmeyen bir aşkla gör-ebilmeye ve hakikate talip olmalı. Böyle olmalı ki  Hz. Mevlana'nın Mesnevî'de anlattığı bedevîye benzemesin. O bedevi, sarayı Dicle Nehri'nin yanında bulunan padişaha, çöller aşarak bir testi su götürmüştü. 


Hasılı, hoş bulmak isteyen önce hoş gelmeyi bilmeli.


Akmalı... Bir akış halinde olmalı.


Yürümeli.


İnsan ancak yürüyerek anlayabilir... adım adım uzun uzun.


Her adımda eşya ile daha bir yakınlık kurar. Zaman da mekân da adım adım yürüyene açar sırrını."


*** 

Tuhaf, Toronto ile çok önceden bir sözleşme yapmış gibiyiz. Üstelik kalbim de gelir gelmez bunu hatırlamış sanki. Şehir daha ilk günden "hadi tut sözünü" demiş, ben de, hiç tereddüt etmeden, yıllardır böyleymiş gibi adım adım yürümeye başlamışım.

Esasında bu bir İstanbul hayali. Adım adım İstanbul... Öyle bir hayal ki hayal olması bile güzel. İstanbul bir rehber, bir hoca, bir yol arkadaşı... İstanbul "çok şey", hatta bazen "her şey". Belki de sırf buna hazırlanmak için önce Toronto'yu yürüyorumdur, kim bilir.


Ne garip, İstanbul yazarken hüzünlendim. "Seni şimdiden özledim" diyor ya şarkıda, aynen öyle.


***


İstanbul'un hakkını teslim edelim derken Toronto'yu küstürmeyelim.   


Buradaki adımları seviyorum ve bu adımlar, beni yavaş yavaş sakin, telaşsız, dingin bir "ben"e dönüştürsün " istiyorum. 


Böylece "âleme ve zâtıma" hoşça bakabileyim istiyorum.

Çok mu zor?

Bilemedim.

***

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdûm-u dîde-i ekvân olan âdemsin sen 
Şeyh Galip

*

İki haftadır festival ilanları görüyorum. Caz festivali, kahve festivali vs. Sonradan öğrendim ki yaz mevsimi boyunca neredeyse her hafta sonu bir festival varmış. 
Şehir yaz mevsimini bir festivaller zinciri olarak yaşıyormuş. 

Özellikle kültürel festivaller çok renkli. Sokakları dolduran insanlar; yemek, müzik, dans... 

Ülkelerinden göçüp gelenler kendilerini buluyor sanırım bu festivallerle. Kent yönetimi de onlara çok kültürlülüğü ne kadar desteklediğini hissettiriyor ve bizdensiniz diyor. 

Toronto bu belki de. İlk hissim böyle.

***

Günler sakin ve huzurlu geçiyor. En güzeli bir yerlere yetişme telaşı yok.  

İnsanlar nazik, nazik ve mesafeli. İkisi bir arada. 

***

Toronto Üniversitesi'ndeki programım başlayana kadar özel bir dil okuluna gidiyorum. Burası genel olarak üniversite öğrencilerinin yaz tatillerini değerlendirebilmeleri için ideal bir ortam sağlıyor. 

Güney Kore, Çin, Brezilya, Kolombiya, İtalya, S. Arabistan... dünyanın değişik yerlerinden birçok öğrenci var. Çok sayıda da Türk. Bu kadarını beklemiyordum doğrusu. 

Öğrencilerin çoğu üniversiteli. Sanırım en büyükleri benim. Bu durum bana yavaş yavaş bir "Güzin Abla" pozisyonu kazandırıyor. Bu pozisyona hiç de yabancı değilim ama buradaki "mektuplar" daha önce hiç alışık olmadığım konuları da içerebildiğinden öncelikle durup bir hazmetmeyi gerektiriyor. 

***

Dersler pazartesi- perşembe, 10.30’da başlayıp 16’da bitiyor. Cuma öğleye kadar. 

Okula evden 30 dakikada gidiliyor, iki vasıta, önce metro, sonra otobüs.  İlk gün yanlış yöne giden otobüse binmişim, fark ettiğimde iş işten geçmişti ve bindiğim yere gelebilmek için bir saat dolaşmam gerekti. Daha ilk günden derslere geç kalmayı başardım böylece. 

Okul çıkışı bir etkinlik programından bahsettiler. Herkes büyük bir keyifle, ne olduğunu anlamadığım, anlamaya da uğraşmadığım, zıplamalı bir etkinliğe gitti, ben de yakınlarda gördüğüm kütüphaneye. 

Üyelik için form doldurdum. Üyeliğin tamamlanması için adres teyidi gerekiyor. Eve üyelik kartını gönderiyorlar, gelen kartı kütüphaneye gidip gösterdiğinizde teyit işlemi yapılmış oluyor. 

İçerisi bizim kütüphanelerle kıyaslanmayacak derecede renkli ve büyük. Burası bir yaşam merkezi. Sağlıklı yaşamdan bebek bakımına, teknolojiden sanata bir sürü program var. Bu gün "bilgisayar alırken nelere dikkat etmeliyim?" isminde bir etkinlik vardı örneğin. Beni şaşırtan diğer bir husus ta üst katında cuma namazının kılındığını öğrenmiş olmam. 

Kitaplara bakınırken Rûmi'ye denk geldim. Rumi’s Four Essential Practices: Ecstatic Body, Awakened Soul / Will Johnson

Rastgele açtım.

“Dissolving the self
Is the creed and religion of lovers

There’s no way to find your essence
Without giving up yourself

So melt yourself down
Go to place where you disappear completely
Become nothing

Look and see
I’ve seen everything in nothing”

Sanırım Divan-ı Kebir’den.

“Özünü bulmak için kendini bırakmaktan başka yol yok” diyor Hz.Mevlana. “...Tamamen ortadan kaybolacağın bir yere git ve bir hiç ol.”

***

Öyleyse kalk ve yürü. Değil mi ki sözün var.

Hem gün batımını da kaçırmamak gerek. 

Dilde bir Yûnus ilahisi:“Ah ben nidem şeyhim nidem?”

Acaba Yûnus bunu yazarken nasıldı? Neredeydi? Hangi mevsimde, hangi saatte, hangi iklimde?

Divane gönlünü ve kimseye arz edemediği halini alıp Tapduk kapısına mı yönelmişti yeniden?

Bilemedim.

***

Cevaplar bir başka Rûmî'den gelsin o zaman. 

Toronto sokakları da Eşrefoğlu Rûmî okuyan birisi geçti buralardan desin.


Cihanı hiçe satmaktır adı aşk

Döküp varlığı gitmektir adı aşk

Elinde sükkeri ayruğa sunup

Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk

Belâ yağmur gibi gökten yağarsa

Başını ana tutmaktır adı aşk

Bu âlem sanki oddan bir denizdir

Ana kendini atmaktır adı aşk

Var Eşrefoğlu Rumî bil hakikat

Vücûdu fâni etmektir adı aşk.

2 Mart 2019 Cumartesi

Bir Âhengin Peşinde

“Kainattaki âhenge vakıf olmakla kalmayıp o âhenge iştirak etmek isteyişimiz sanatsal yönelişimizin temelini oluşturur. O âhenk içinde yok olma arzumuzla, o âhengin içinde var olma niyetimiz bizi sanatla buluşturur.” Mustafa Kutlu

*
“Nâgehân ol şâra vardım / Ol şârı yapılır gördüm
 Ben dahi bile yapıldım / taş ü toprak âresinde.” Hacı Bayram-ı Veli

*
Kainattaki âhengi farketme.
O âhengin içinde yok olma iştiyakı duyma.
Talip olma iradesi.
Yol.
Yolcu.
Rehber.
Bir şâra varma, o şâr ile birlikte yapılma.

*
Gelenekli sanatların yolunu ne güzel tarif etmiş büyükler. Günümüz dünyasında böylesi bir yolculuğun kıymetinin anlaşılması oldukça güç bir mesele. Bazıları için beyhûde bir uğraş olsa da şükür ki bu yola sevdalanan bu yolda yürümeyi şeref bilenler de var.
Onlardan birisi de kıymetli Hocam Sadreddin Özçimi.
Önden giden, yolu açan.

*
Hocamla ebrû sayesinde tanıştık. Lütfetti, beni öğrenciliğe kabul etti, birlikte ebrûyu talime başladık.
Yıllarını sanata vermiş ve sanatla yaşayan bir derviş benim Hocam. Kelimenin tam anlamıyla bir hezarfen.  
Kemal-i ciddiyetle ortaya koyduğu muhteşem eserler O’nun ilkeli, tutarlı, rikkat ve tevazu dolu kişiliği ile tam bir uyum içindedir. Bu yüzden tesiri de bu kadar yüksektir.
Ebrûlarında renkler, mûsikisinde sesler kıyl ü kâlden kurtulmuş, kâinatın âhengine iştirak etmiştir.

*
Teknesi, meşki, öyle bir seyirdir ki tadına doyum olmaz.
En güzel nağmeler doldurur odayı, daha sonra renkler büyük bir olgunluk ve insicamla belirir teknenin yüzünde. Menekşeler arz-ı endâm eder, muzip bir gülümsemeyle selamlar sizi. Pembeler göz aydınlığı, turuncular gönül ferahlığı verir. Hârelenir kırmızı… Derin bir hüzün, vakar ve zerafetle doğar lâleler. Laleler, yaprağının bir kıvrımı onlarca yıla değen laleler!
Battallar ayrı bir dünyadır. Sizi bu dünyadan alır ve varlığını bilmediğiniz hayal alemlerine götürür. Orada sukûnet bulursunuz, orada yok olur ve yeniden var olursunuz.
Zarif çay sohbetleri eşlik eder bu meşklere. Bazen güler, bazen ağlar, bazen susmayı talim edersiniz.
Sanatın “gerçek bir insan”da hayat bulduğu bir dünyadır bu meşkler. Burada insanın sanatı nasıl güzelleştirdiğine, sanatın da insanı nasıl zevk-i selim sahibi kıldığına şahit olursunuz.  
Aramayı talim edersiniz.

*
Hocam bize aramayı öğretiyor,
aramayı talim ediyoruz,
İyiyi, güzeli, doğruyu, insanın kendisini ve hakikati...
suyu hazırlarken
tekneyi her açtığımızda
serptiğimiz her damla boyada
lâlenin hâresinde
yaprağın her kıvrımında
renklerin suda raksedişinde
teknenin bu raksa zemin veren vakarında
Hocamızın suya düşürdüğü her nakşın hayranlığında
boyanın, suyun ve insanın “bir” dengede “bir”leştiği anın heyecanında.
Konuşmayı unutup susmaya sığınarak,
görünmeden,
edeble,
 “garib bir yolcu ol” düsturunu önümüze alarak!
Hocamızın dizi dibinde.

*Bu yazıyı 2015'te Hocamıza armağan olarak hazırlanan bir kitap için yazmıştım. Bir talihsizlik eseri kitabın basım sürecinde sanırım yayınevinde kayboldu ve kitapta yer alamadı. Geçenlerde bilgisayarda bir şey ararken buldum ve blogda yer alsın istedim. 

19 Kasım 2018 Pazartesi

Toronto Günlüğü - 3


II. 
https://yaseminlik.blogspot.com/2018/08/toronto-gunlugu-2.html

III.

Şükür, içimde sevgili babacığımdan yadigâr bir “polyanna” var.

Ne zaman bir elbise giyse, kendi etrafında şöyle bir dönüp hayran hayran uçuşan eteğine bakan ve bu muhteşem dönüşün tesiri ile göğe doğru yükselen şirin mi şirin bir kız çocuğu.

Şirketin yetkilisi sabrım için tekrar tekrar teşekkür edip beni evime yerleştirirken de yanı başımda.

***
Nihayet bir evim, daha doğrusu bir odam var.

Çiçeklerin, ağaçların, kuş seslerinin içinde, olabildiğince sakin ve güzel.

Ev sahibem Lily, evin diğer tarafında eşi ve oğlu ile yaşıyor. İç kısımdan geçiş olsa da evin mimarisi mahremiyeti korumaya imkan veriyor. Ev, eski bir Yahudi evi imiş, bu sebeple böyle bir mimariye sahipmiş.  

Odam birinci katta, aynı koridora bakan 2 oda daha var. Her ikisinde de öğrenci var; birisi Türk, diğeri Hindistan kökenli bir Kanadalı.

Mutfağı üç kişi birlikte kullanacağız. İşte burası benim için kabullenmesi en zor olan kısım.

Bir tarafım yıllarca titiz bir annenin rahle-i tedrîsinden geçmenin tesiri ile suskun ve tedirgin. Diğer tarafım öğrenmeye ve denemeye açık, rahat. Öyleyse “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

Hayat insana, insanın kendisine rağmen, ne çok şey öğretiyor.

***
Odama yerleşiyorum.

Nihayet valizlerimi açabileceğim için mutluyum.

İçimde kuşlar uçuyor.

***
Çevreyi keşfetmek için dışarı çıkıyor, gün batımının eşliğinde uzun uzun yürüyorum.

Toronto’daki ilk dostum bulutlar. İyi ki böyle! 

Allah’ım ne güzel yaratmışsın!

Zarifoğlu’nun, “bulutlar açmadı mavi gök orda mı?” diye soran mısralarını hatırlıyorum. 

Mavi gök burada Zarifoğlu, yanı başımda, bir şölen havasında.

Çok şey söylüyor şüphesiz.

Duyabilecek miyim?

***
Biraz mutfak alışverişi. Sonra mutfak temizliği😊

Günlerden sonra kendi ellerimle yaptığım yemek; makarna, oracıkta icat ettiğim bir sos ve salata.

Aman da aman!

Fotoğrafını çekip bizimkilere gönderiyorum, öyle özel yani.

Yan komşuma (Chyris) bile ikram ediyorum. Büyük bir memnuniyetle kabul ediyor.

Şükür!

***
İstanbul’da aylarca ekmek ve hamur işi diyeti yaptıktan sonra sandviç, makarna ve bilumum hamur işlerinden oluşan bir beslenme düzeni.

“Bu ne yaman çelişki anne?”

Neyse ki, mutfakta elimdeki malzemelerle kafama göre bir şeyler yapma hevesim burada çok işe yarayacak gözüküyor.

“Sen istediğin kadar gül Anne, bak Allah dağına göre kar veriyor işte.”

***
Bazen kocaman mekanlara sığamazken insan, gelip küçücük bir odaya sığabildiğine şükrediyor. Ev, aslında sığınmak demekmiş, yaşadıklarım hal diliyle bunu söylüyor.

***
İlk iş olarak çalışma masasını pencerenin karşısına alıyorum.

Sonra odayı temizliyor, paklıyorum.

Tekrar tekrar yerleşiyorum, o çekmeceden öteki çekmeceye.

İnternetten öğrendiğim katlama tekniklerini deniyorum, işe yarıyor; her şey gayet nizami bir şekilde yerleşiyor.

Yanımda getirdiğim Türk kahvesinin paketini açıp güzel bir kahve içme zamanı artık.

*
Küçük ve temiz bir oda.

Bulutları ve ağaçları izleyebildiğim bir pencere.

Kuş sesleri.

İncecik porselen bir fincan, mis gibi kahve kokusu. 

***

Gece yağmur sesiyle uyanıyorum, dışarıya bakıyorum, göz gözü görmüyor.

Perdeleri sonuna kadar açıp yağmuru seyrediyorum.

Ne güzelsin Allah’ım!

Çıkıp ıslanmak var aslında… Ama henüz ilk gecem, biraz uslu durmak gerek.

Yûnus’un mısraları ışıyor sonra. 

Sen ne güzelsin Yûnus Emrem, ne güzelsin!

“Senün aşkın deniz ben bir balıcak
Balık sudan çıka hemen ölidür

Okuram şâhımı kendi dilümce
Şâhım eydür bana her dem geli dur

Seni sevenlerin ola mı aklı
Bir dem usluyısa her dem delidür”

30 Ağustos 2018 Perşembe

Toronto Günlüğü - 2


I. 

http://yaseminlik.blogspot.com/2018/05/toronto-gunlugu.html

II. 

Toronto’daki ilk günümün son saatleri.. Karanlıkta wi-fi rehberliği ile bulduğum evin zilini çalıyorum. Ev sahibem kapıyı açıyor. Kapı kilitli değil, şaşırıyorum. Burada insanlar evlerinin kapısını kilitlemeden yaşayabiliyorlar!

Nora benden pek hoşlanmadı gibi, oldukça mesafeli ve hatta bir parça kaba. Allah’tan eşi öyle değil. Hele bir de küçük kızı var ki… bu kadar mı sevimli olur bir çocuk! Maşallah!

Betty ile hemen arkadaş olduk, sohbete başladık.

Evlerinden, kendisinden ve ailesinden bahsediyor hiç durmadan. Büyük bir ciddiyetle neyi nerede bulabileceğimi anlatıyor. Belli ki benim gibi misafirlere alışık.

Bu bembeyaz, bahçeli, yüzme havuzlu ev, Betty’nin anlatımıyla daha bir güzel gözüküyor gözüme:

-“Aşağıdaki mutfakta, buzdolabında portakal suyu var. Portakal suyu benim favorimdir. Bu yüzden annem bana hep portakal suyu alır. Sen de ne zaman istersen benim portakal suyumdan içebilirsin Yazmin.”

Arada bir nefes alıp bana konuşma fırsatı verdiğinde kelimeleri söyleyiş biçimime takılıyor, kıkır kıkır gülüyor. “Yazmiiin tekrar söyle lütfeeen; bir daha, bir daha!”
Daha sonra da pişman oluyor yaptığına ve gönül almaya çalışıyor “üzülme, ben seninle hep konuşurum ve böylece kelimeleri doğru söylemeyi öğrenirsin.”

Öyle şirin ve doğal ki bu küçük kız, gözlerim yorgunluktan kapanıyor ama bir türlü gitsin istemiyorum.

Nihayet annesi, yarı zorla alıyor yanımdan. Kapıdan çıkarken dönüyor, koşarak gelip sarılıyor ve öperek iyi uykular diliyor. Nasıl mutlu oluyorum. Benim güzel Allah’ım, sen ne güzelsin! Bu çocuğun ortalığı aydınlatan ışığı için Sana ne kadar şükretsem az. Bu ne muhteşem bir “hoş geldin” böyle!

Betty’cik gittikten sonra perdeyi ve daha sonra pencereyi açıp dışarıyı seyrediyorum. Gökyüzünde harika bir ay var. Rüzgar ağaçların yapraklarını sallıyor yavaş yavaş.

Doğduğum ve büyüdüğüm yerlerden binlerce kilometre uzakta, hiç bilmediğim bir ülkede, hiç bilmediğim bir şehirde ve hiç mi hiç bilmediğim insanların evinde, gecenin bir yarısı oturmuş dışarıyı seyrediyorum.

Hakikaten söyledikleri gibi çılgınlık mı bu?

Nedir beni bu kadar uzağa atıveren?

“Bilemedim…”

A. yanımda olsaydı bu “bilemedim”e kahkahalarla gülerdi yine. Varsın gülsün… Ben de bilememeye devam edeyim, bilememeyi talim edeyim, kabul!

Bir de şu önemli soruyu ekleyeyim arkasına “acaba mıyım yoksa ben?”

“Bilemedim şimdi…”

***
Öyleyse mısralar konuşsun:

“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
...
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil…”

Vallahi de değil!

İyi de ne yapmalı şimdi? Bir türkü olsa şöyle…

“Allı turnam bizim ele varırsan, şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle”

Usulca kalkıyorum pencerenin önünden… Merak edenlerimin mesajlarına cevaplar yazıyorum; şeker, kaymak, bal!

Ah ki ah! “Ört ki ölem” demiş şair. 

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Belkıs'ın Etekleri, Hayırda Kalmak ve Meleklerin Şaşkınlığı

"Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.

Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın...

Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın." 

diyor Mustafa Kutlu Hüzün ve Tesadüf adlı kitabının bir yerinde. 
Derin derin düşündürüyor bu cümleler insanı. 
Kelimeler bir inci kolye misali, tek tek dizilmiş, her biri ayrı akış veriyor düşünceye...huzur, rikkat, yol, şevk, hakikat... 
Ne çok severim bu kelimeleri. 

***

Bir süredir düşünüyorum insan nasıl "hayırda kalır" diye. Sevdiklerime de bu dileği iletiyorum yazarken, konuşurken.

Geçen yıl bir yerde okuduğum Farsça şiir geliyor aklıma, mealen;
"Öyle bir geçmişiz ki varlık gülşeninden
İncinmemiş bir gülün rengi bile hazanımızdan" diyor şair. 

Bu mısralar, ilk okuduğumdan bu zamana her aklıma geldiğinde aynı görüntüyü canlandırıyor zihnimde... Belkıs'ın etekleri, billurdan köprü... 

Belkıs, 
Korkma
Sal eteklerini rüzgâra
Bil ki emniyettesin
Billurdan köprüler kurmuş Süleyman sana!
...
Yürü,
Yalın ayak
Kuşları ürkütmeden
...
Bu rüya senin
Bu hayret senin
Uçuşan etekler senin
Bu ipek ruh senin
Teslimiyet senin
Aşk senin
Hakikat senin!

***
Belkıs'ın yolu... billur köprünün ahengi... Bu estetik, bu akış...
İnsanın içi ışıyor.

***

Varlığımız da hep böyle ışısa keşke. 
Işık saçsak kendi yolumuza ve dahi içinde bulunduğumuz aleme.
Böylece göçüp gidiversek dünyadan.
İncitmeden...
Bir başkasını incitme ihtimali içimizi acıtsa. Yapıp ettiklerimize bu gözle bir defa daha baksak. Bu yakışmadı desek, zor da olsa dursak, bu ben değilim diyebilsek...
İncitme ihtimali alıkoysa bizi yanlıştan, rızaya çevirse rotayı.
Hakikate iletse. 
Hakikate aşkla bağlanmaya vesile olsa. 
Varlığın âhengine teslim eylese. 
İpek gibi yumuşacık olsa, merhametle kuşansa ruhumuz ve bu merhamet sağlam irademizin teminatı olsa.

İncinmesek...
Gözlerimiz hatalarını görse, kulaklarımız yanlışlarını duysa da etrafımızdakilerin Allah'a sığınıp hayırda kalmak için gayret edebilsek.
Bin bir sabırla dolsa içimiz.
Ara sıra tehnalara çekilip "güçlü ol ey kalbim güçlü ol/yapacak daha çok işimiz var" diyebilsek kendimize...
Bunu bize diyecek güzel insanlar biriktirebilsek...
Kötü niyeti, hileyi fark edebilecek kadar basiretli olsak ama bütün bunları iyiliğin gücü ile bertaraf edebilsek...

İyi olma yoluna baş koysak.
Karınca misali bu yolda olmanın anlamına varabilesek.
Çalışkanlığımızla en güzel cevabı verebilsek kötülüğe..

İçimiz nurlansa...
Yüzümüz nurlansa...
Özümüz nurlansa...
Sözümüz nurlansa...
Hayra talip olabilsek...
Hayrı niyaz edebilsek...
Hayırla işleyebilsek...
Hayırda kalabilsek...

ve vakit geldiğinde, "irciu" sırrı üflendiğinde ruhumuza, şifa veren bir bahar rüzgarı gibi geçiversek varlık gülşeninden!

Arkaya dönüp baktığımızda;
"Öyle bir geçmişiz ki varlık gülşeninden
İncinmemiş bir gülün rengi bile hazanımızdan" diyebilsek...

Melekler hayret etse, şaşkınlıkla bakakalsalar ve şöyle fısıldaşsalar arkamızdan:

"Bir taraftan can bağışlamak, diğer taraftan sanki hiç olmamış gibi varlık yükü bırakmamak!"